Din ve Askerlik İşlerinin Politikadan Ayrılması
Din ve Askerlik İşlerinin Politikadan Ayrılması
29 Ekim 1923 gün ve 364 sayılı kanunla ilan edilen Cumhuriyet, toplumca benimsenmiş ve hemen arkasından da Cumhuriyet düzenini tamamlayıcı çalışmalara başlanmıştı. Fakat İstanbul'daki durum bir geriye dönüş kuşkusu doğurmuş, İstanbul'daki duruma ve olaylara el koymak ve özellikle basının tutumu ile ilgilenmek üzere bir İstiklal Mahkemesi kurulması kararlaştırılmıştı.
İlgili özel kanun gereğince yapılan seçimle de, İstanbul'da çalışacak olan İstiklal Mahkemesi'nin Başkanlığına Osmaniye Mebusu İhsan (Eryavuz), Savcılığına Manisa Mebusu Vâsıf (Çınar), üyeliklerine de Konya Mebusu Refik (Koraltan), Kütahya Mebusu Cevdet (Izrap), Hakkâri Mebusu Asaf beyler getirilmişlerdi. (Zabıt Ceridesi: 8 Kasım 1923)
Buna rağmen, İstanbul basınındaki kışkırtıcı yayınlar durmamıştı. Mebus maaşlarının arttırılması özellikle sert eleştirilere sebep oluyordu. Maaşlarına zam istemeyen mebuslar övülüyor, isteyenler yeriliyordu. Kozan Mebusu Ali Saip (Ursavaş) Bey de mebus maaşlarının arttırılmasını isteyenlerden, aleyhte yazan gazetecilere çok kızıyordu. Bu yüzden, Giresun Mebusu Hakkı Tarık (Us) Bey'in yanında rastladığı Vakit gazetesi habercisine tokat atmış, Hakkı Tarık Bey de Ali Saip Bey'i tokatlamış, Ali Saip Bey de düello müsaadesi için kanun teklifinde bulunmuştu. (Ahmet Emin Yalman, Gördüklerim: 3/100)
Bazı gazeteler de, öldüğü bilinen Enver Paşa'nın Türkistan'da yaşamakta olduğunu yayıyorlardı. Enver Paşa, Dünya Türk ve İslam Birliği'ni kurma hevesinde idi ve padişah ailesine damattı. Gerçekten sağ olması halinde memlekete gelebilirse, elbette ki halife ile beraber olacaktı. Bu yoldaki düşünceler ve ihtimaller, Ankara'da duyulmakta olan geriye dönüş kuşkusunu daha da arttırmış ve genişletmişti. (M. Goloğlu, Cumhuriyet'e Doğru: 261)
Öte yandan, Halife ve Halifelikle ilgili yeni haberler de yayılmaya başlamıştı. Halifeliğin kaldırılacağı, Halifenin istifa ettiği söylentileri vardı. Hatta bu söylentiler, ulusal sınırları aşıp tüm İslam dünyasına da yayılmıştı. İstanbul Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey (Düşünsel), 15 Kasım 1923 tarihli Tanin gazetesinde Halife Abdülmecid'e bir 'Açık Mektup' mıştı.
Lütfi Fikri Bey bu yazısında Halife'nin istifası hakkındaki söylentiler üzerinde duruyor, Halifeliğin öneminden ötürü böyle bir şeyin yapılmaması gerektiğini anlatıyor ve “Akla gelmez ki, istifa etmemek, Efendimiz'in saygı değer kişiliği için bir tehlike olsun.
Bununla beraber eğer, olması mümkün görülmeyen böyle bir tehlike de bulunsa, Efendimiz, bu tehlikeyi göze almalısınız. Durum ve zaman öyle getirdi ki, bugün bir kararla Türk ve İslam tarihine şu ya da bu akımı vereceksiniz” diyordu. (Lütfi Fikri Bey, Dersim Mebusu Feridun Fikri Bey'in kardeşi idi. İttihat ve Terakki Fırkası'na girmişti. Hatta bu yüzden kaymakamlık görevinde bulunduğu Tortum ilçesinin lağv edildiği söylenir. (Tarih Yolunda Erzurum Dergisi: Kasım 1962)
Hindistan'daki İsmailiye mezhebinin (Şiilerin 'On İki İmam'ından biri olan İmam Caferi Sadık'ın büyük oğlu İsmail'i son imam tanıyanların) lideri olan Ağa Han ile Hintli Emir Ali de Başbakan İsmet Paşa'ya, birlikte imzaladıkları bir mektup göndermişlerdi. Bu mektup da, henüz Başbakan'ın eline geçmeden 5 Aralık 1923 tarihli Tanin ve İkdam, 6 Aralık 1923 tarihli Tevhid–i Efkâr gazetelerinde yayınlanmıştı.
Mektupta, Papalığa benzetilmek istenen halifeliğin dünya çapındaki ve tüm Müslümanlar üzerindeki önemi ve etkisi belirtiliyor ve “Türkiye'nin gerçek dostları olarak biz, halifeliğin ve Halife'nin Müslüman memleketlerin güven ve saygısına layık bir yere yerleştirilmesini ve böylece Türkiye'ye de güç ve onur kazandırılmasını saygı ile Büyük Millet Meclisi'nden ve onun ileriyi gören yöneticilerinden rica ederiz” deniyordu. (Mehmet Emin Bozarslan, Hilâfet ve Ümmetçilik Sorunu: 118, 128)
Bu durum ve davranışlar üzerine, İstanbul'a giden İstiklal Mahkemesi olaya el koymuş ve Savcı Vâsıf Bey, 9 Aralık 1923'te, Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey ile İkdam gazetesi sahibi Ahmet Cevdet, Tanin gazetesi sahibi ve sorumlu müdürü Hüseyin Cahit (Yalçın), Tevhid–i Efkâr gazetesi sahibi Velit (Ebüzziya) ve Sorumlu Müdür Muhiddin beyleri gözaltına almış, 15 Aralık 1923 tarihindeki ilk duruşmada da sanıkların Vatana İhanet Kanunu gereğince yargılanmalarını İstemişti. (A. E. Yalman, Gördüklerim: 3/94)
Ne var ki, bu sırada Kuva-yı Milliyeciler de birbirlerine karşı kuşku içine düşmüşlerdi. Büyük kuşku Eski Başbakan Rauf (Orbay) Bey'e karşı duyuluyordu, kuşkulananlar, Rauf Bey'in bazı büyük komutanları ve bazı gazetecileri çevresinde toplayarak ve Cumhuriyet'i benimsemeyerek, bir muhalif parti kuracağı ve halifelik yolundan sultanlığa yani padişahlığa yöneleceğinin korkusu içindeydiler.
Oysa ki Rauf Bey ile arkadaşları, sık sık düzen değişikliği yapıldığından ve Cumhuriyet ilanının aceleye getirildiğinden yakınıyor, bir gün halifeliğin de kaldırılarak Cumhuriyet yolundan diktatörlüğe gidileceğinden kuşkulanıyorlardı. Bu nedenle konu Halk Partisi Grubu'na getirilmiş, Rauf Bey'den İstanbul'daki tutum ve davranışlarının ve demeçlerinin gerçek anlamı sorulmuştu.
Görüşmeler başlayınca, Başbakan ve Halk Partisi Genel Başkan Vekili İsmet Paşa'nın, hazırlıklı bir ekibin başında, Rauf Bey'in karşısına çıktığı görülmüş ve sonra iki Halk Partili lider kıyasıya çekişmişti. “Duygularım, Cumhuriyet idaresinden başka hiçbir idareden yana değildir” diyen Rauf Bey, Cumhuriyet ilanının aceleye getirildiğini söylemiş ve “Hatırlarsınız ki, Türkiye Hükümeti'nin şeklinin ne olduğu yolundaki sorulara karşı Büyük Başkanımız bu kürsüden ilan etmişlerdi ki 'Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti' şeklidir.
Hangi idareye benziyor, diye sordular. Bize benziyor, çünkü biz bize benzeriz, dediler. Bu benim vicdanımı doyuran en yüksek bir açıklama idi ve buna karşı olmak da çok zordu. Sanmam ki, içte ve dışta böyle bir kimse bulunsun. Bu doyurucu ve büyük sözlerden sonra, o idare şekli bir hükümet bunalımı yüzünden yönetimi imkânsız bir şekil diye gösterilip 'Cumhuriyet' kelimesi kondu.
Yani bizim bu kadar güvendiğimiz, halkın da güvendiği eski idare şeklinin sakat olduğu, bir hükümet bunalımı ile anlaşıldı ve yerine yeni bir idare şekli geldi. Acaba bu da eksik görülürse, bunu tamamlayacak yeni bir şekil var mıdır, diye düşünenler kararsızlık ve kuşku içindedirler” demişti.
İsmet Paşa, bu görüşün yanlış olduğunu açıklamış, önemli zamanlarda birlik ve beraberlik gerektiğini anlatmıştı. Rauf Bey'in İstanbul'da Halife'yi ziyaretine de değinen İsmet Paşa, özellikle bu noktaya, daha doğrusu bu nokta aracılığı ile halifeliğe şiddetle hücum etmiş ve yeni bir parti kurma konusundan söz ederek, Rauf Bey'e Halk Partisi'nden ayrılmak niyetinde olup olmadığını sormuştu.
Rauf Bey, Halk Partili olduğunu, partisinden ayrılmayı düşünmediğini bildirmiş ve konuşması bitince toplantı salonundan çıkıp gitmişti. Halk Partisi Grubu da, meseleyi bir 'İsmet Paşa - Rauf Bey Çekişmesi' sayarak toplantıya son vermiş ve zihinlerdeki şüpheleri yok edecek bir bildiri hazırlanıp tutanaklarla birlikte yayımlanması karariyle yetinmişti. (Nutuk: 835, 844; M. Goloğlu, Cumhuriyet'e Doğru: 244, Türkiye Cumhuriyeti: 303)
Bu sırada, İstanbul'daki İstiklal Mahkemesi de inceleme ve soruşturmalarını bitirmiş ve 27 Aralık 1923'te Baro Başkanı Lütfi Fikri Bey'i beş yıl hapse mahkûm etmişti. Fakat Mahkeme Başkanı İhsan Bey karara katılmayarak verilen cezanın affı için çalışacağını bildirmişti.
1924 yılına bu hava içinde girildi ve İstiklal Mahkemesi 2 Ocak 1924'te, kötü niyetleri olmadığı gerekçesiyle, bütün sanık gazetecileri beraat ettirdi. Hakkındaki mahkûmiyet kararını “Memleket sağ olsun” sözleriyle karşılamış olan Lütfi Fikri Bey, haksız ve kanunsuz olduğu gerekçesiyle Büyük Millet Meclisi'ne başvurdu.
Dilekçesinde şöyle diyordu: “İstiklal Mahkemesi'ne verilişim kanunlara ve adalete aykırı olduğu gibi, yayından ötürü gazete sorumlu müdürünün asıl suçlu olması ve yazı sahibinin suç ortağı durumunda bulunması gerekirken, yalnız benim cezalandırılmam bilime ve kanuna uymaz. Sonra, bütün iddialar ve savunmalar sadece Meşrutiyet ve Cumhuriyet sorunları ile ilgili olduğu halde mahkeme, savunması yapılmamış bir husustan beni mahkûm etmiştir. Kararın oybirliği ile verilmemiş olması da sözlerimi doğrulamaktadır.
Yüksek Meclis'iniz herkesin, her işte başvurabileceği bir yer, her türlü haksızlığı düzeltmeye yetkili bir makam olduğundan hakkımdaki mahkeme kararının kaldırılarak adaletin yerine getirilmesini dilerim.” İstanbul Barosu İkinci Başkanı Sadeddin Bey de, Meclis Başkanlığı'na bir telgraf çekerek, Baro adına, Lütfî Fikri Bey'in affını istedi.
Meclis Adalet Komisyonu “cezanın kaldırılmasına” karar verdi. Fakat Meclis Genel Kurulu, uzun tartışmalardan sonra, cezanın kaldırılmasını değil “cezanın affını” kararlaştırdı, aynı mahkemenin başka iki kişi hakkında verdiği cezalarla birlikte bu cezanın da affını uygun gördü. Lütfi Fikri Bey'le birlikte İstanbul Kayıkçılar Derneği Başkanı Osman Kâhya ile Ankaralı Hafız İbrahim Ethem'in de afları için düzenlenen kanun tasarısı kabul edildi. (Z.C.: II Şubat 1924, Kanun: 412 18 Ocak 1924 tarihinde de eş zamanlı olarak, İstanbul'da Milli Türk Ticaret Birliği Kongresi yapılıyordu.
Birlik, her alandaki milli mücadele çabalarına birbirleriyle yarışırcasına katılan yurtsever İstanbullularca, milli ticareti yabancıların sömürüsünden kurtarmak için 1922 yılı sonunda kurulmuştu. Hızlı bir çalışma ile, Türk tüccarının Batı ticaret dünyası ile doğrudan ilişkiler kurabilmesi için gerekli kararları almak üzere, 1923 yılı başında bir 'Dış Ticaret Konferansı' toplamak istemiş ve fakat o sırada İzmir'deki Türkiye İktisat Kongresi toplanmak üzere olduğundan, kendi kongresini erteleyerek kurduğu bir komite ile İzmir İktisat Kongresi'ne götürülecek sorun başlıklarını hazırlamıştı.
İstanbul'un tanınmış tüccar ve sanayicileriyle birlikte 'İstanbul Umum Amele Birliği' de bu komitenin çalışmalarına katılmıştı. Şimdi de tüccarların, Ticaret Odası'nın, İstanbul Üniversitesi'nin, Yüksek İktisat Okulu'nun ve bütün ekonomi derneklerinin katılmasiyle kendi kongresini yapıyordu.
Amacı, ticaret alanında milliyetçiliği sağlamaktı. (A. G. Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi: 85-163, M. Goloğlu, Türkiye Cumhuriyeti: 91, Z.C.: 21 Ocak 1924)
Aynı günlerde İstiklal Mahkemesi Başkanı İhsan Bey de, İstanbul Basını ile Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa arasındaki gereksiz açıklığı kapatmak için çaba harcamakta idi. Sonunda, Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın İzmir gezisinden yararlanarak gazetecilerin de oraya çağrılmalarını başarmıştı.
1 Şubat 1924'te İkdam gazetesi sahibi Ahmet Cevdet, Tanin gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit, Tevhid–i Efkâr gazetesi sahibi Velid Ebüzziya, İleri gazetesi sahibi Celâl Nuri (İleri), Akşam gazetesi başyazarı Necmeddin Sadık (Sadak), Vakit gazetesi başyazarı Mehmet Asım, Tercüman-ı Hakikât gazetesi başyazarı Hüseyin Şükrü, Vatan gazetesinden Ahmet Emin (Yalman) İzmir'e çağrıldılar.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, yalnızca Velid Ebüzziya Bey ile görüşmeyi kabul etmedi, öteki gazetecilerle birlikte iki toplantı yaptı, ve bu görüşmelerinde, “Milletin uyanıklığına, ilerleme ve olgunlaşma elverişliliğine güvenerek ve milletin kararlılığından hiç şüphe etmeyerek Cumhuriyet'in bütün gereklerini yapacağız....
Bütün milletin birlik ve beraberlik içinde bulunması zorunludur. Bu gerçeği milletin kulağına ve vicdanına yerleştirmede basının görevi çok önemlidir” dedi. Gazeteciler adına cevap veren Hüseyin Cahit Bey de, “Özgürlük zor ve şiddetle kurulur ve fakat korunması ancak karşılıklı ve geniş hoşgörürlükle ve darılmamakla mümkün olur. Bunu Gazi Paşa'da da görmekle mutluyum” dedi ve Gazi Mustafa Kemal Paşa ile eşi Lâtife Hanım'ın şerefine kadeh kaldırdı. (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri: 2/163; 172, A. E. Yalman, Gördüklerim: 3/101)
Gazi Mustafa Kemal Paşa, İzmir'de, Ordu ileri gelenleriyle de iki kere görüştü ve “Türkiye Cumhuriyeti iki şeye güvenir: Birisi ordunun kahramanlığı, ötekisi milletin kararlılığıdır” dedi. Sonra, Cumhuriyet düzenini tamamlama yolunda yeni aşamalar yapma zamanının geldiği kanısı ile 23 Şubat 1924'te Ankara'ya döndü.
Sıra “din ile askerlik işlerinin politika işlerinden ayrılması, Halifeliğin Kaldırılması, Cumhuriyet Anayasası'nın yapılması” konularına gelmişti. Ve Mustafa Kemal Paşa, Meclis'in yeni toplantı yılının başlaması nedeniyle yaptığı konuşmada, hazırlıkları hızla geliştirilen bu aşamaları şöyle açıkladı: “Geçen yıl içinde Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin gerçek eğilimine uyarak devletin idare şeklinin Cumhuriyet olmasının kesin kararına vardı.
Cumhuriyet idaresi memlekette, en tenha köşelere kadar, sıcak ve aşırı bir duygululukla kabul edildi. Millet, Cumhuriyet'in, Türk vatanını yüzyılların birikmiş idare kötülüklerinden kurtaracak ve memleketin hakkı olan saygıyı koruyacak ve arttıracak tek idare şekli olduğu kanısını en açık bir surette gösterdi.
Millet, Cumhuriyet'in bugün de, ileride de kesinlikle ve sonuna kadar her türlü saldırılardan korunmasını istemektedir. Millet'in isteği, Cumhuriyet'in denenmiş ve ispatlanmış olan bütün esaslarının uygulanması olarak anlatılabilir. Yüksek Meclis'in büyük önemle üzerinde çalıştığı Anayasa'da, milletin isteğini davranışlarımıza yol kabul etmek hepimizin görevidir.
Öte yandan, hükümet için çağdaş ve uygar yönetimin bütün gereklerini kolay ve çabuk olarak ülkede uygulamak ve geliştirmek gerekir. Görevlerimizi milletin isteklerine uygun olarak yapmakta başarılar dilerim.” Milletin, Cumhuriyet idaresinin tamamlanması için kabullenilmesini ve uygulanmasını istediği esaslar nelerdi?
Gazi bunu da şöyle açıkladı: “Millet'in genel yaşantısında orduyu politikadan ayırmak ilkesi, Cumhuriyet'in daima göz önünde tuttuğu bir politikadır. Şimdiye kadar izlenen bu yolda, Cumhuriyet orduları vatanın gücü ve güvenilir kurtarıcısı olarak, saygılı ve güçlü bir mevkide kalmıştır. Bunun gibi, bağlı olmakla gönül huzuru ve mutluluk duyduğumuz İslam Dini'ni de, yüzyıllardan beri alışılmış olduğu üzere, bir politika aracı olmak durumundan çıkarıp yükseltmenin gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz.
Tanrısal ve kutsal olan inanç ve vicdan duygularımızı, karmakarışık ve renk renk her türlü çıkarların ve aşırı isteklerin sahneye çıktığı politikadan ve politikanın bütün örgütlerinden tezce ve kesinlikle kurtarmak, milletin dünya daki ve ahiretteki mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur.” Mustafa Kemal Paşa'nın ilke niteliğindeki bu sözlerinden açıkça anlaşıldığına göre, Cumhuriyet idaresinin tamamlanması için gerekli esaslardan biri 'Askerlik işlerinin politikadan ayrılması' idi.
Oysa ki, o sırada mebus olan yüksek rütbeli komutanların hemen hepsi, aynı zamanda birer birliğin başında görevli idiler. Ayrıca, bir politik kuruluş olan hükümette de bir Genelkurmay 'Bakanlığı' vardı. İkinci esas 'din işlerinin politikadan ayrılması' idi.
Öte yandan, hem İstanbul'da din ve dünya işlerinin bir arada yürütülmesine alışmış bir halife, hem de Ankara'da hükümetin içinde bir Diyanet İşleri 'Bakanlığı' da vardı. Bu duruma göre, askerlik işlerinin politikadan ayrılabilmesinin önce subayların hem Meclis'te, hem de Ordu'da görev almalarının önlenmesi ile ve hem de Genelkurmay işlerinin politik bir makam olan “Bakanlık” durumundan çıkarılması ile mümkün olabileceği düşünülüyordu.
Din işlerinin politikadan ve dünya işlerinden ayrılması için ise Diyanet İşleri Bakanlığı'nın politik bir makam olmaktan çıkarılması ve halâ padişahlık alışkanlığı içinde dünya işleriyle ilgilenme geleneğinden kurtulamamış olan Halifeliğin kaldırılması gerekli görülüyordu. Bunlar yapılabilecek miydi?
Mustafa Kemal Paşa, kendine olan güveni ile kararlı ve milletine olan inancıyla mutlu idi. Bu nedenle, Meclis'teki konuşmasını şöyle bitirmişti: “Önümüzdeki yılın programında pratik ve verimli bir çalışma vardır. Bu çalışma kapsamındaki ilerleme ve gelişmemiz tam bir ciddiyet ve kesinlik ister.
Bu çalışmamızda başarı, herkes için bir imtihan dönemi olacaktır. Milletimizin yüksek yeteneği ile çalışkanlık duygusu ve Yüksek Meclis ile hükümetinin çalışma hedefini belirtmekte ve uygulamadaki isabeti, başarıyı sağlayacaktır. Bu konudaki gönül kanımı kesinlikle ve içtenlikle açıklarım.” (Z.C.: 1 Mart 1924)
Yorumlar
Yorum Gönder